Şeref Meselesi’ni geçtiğimiz hafta çok kritik bir yerde bırakmıştık. Bu hafta da kaldığımız yerden devraldık. Kübra, bebeği aldırmadığını Yiğit’e söyledi, hem de çok kritik bir anda. Tabii ki bunun ardından küçük kıyamet koptu. Yiğit, bebeği istemediğini çok net ve katı bir şekilde ifade etti ama Emir, Yiğit’le aynı fikirde değildi. Yiğit’in hayatından tamamen çıkarmak istediği Kübra’yı eve almasıyla Yiğit iyice çileden çıktı ve orta kıyamet koptu. En sonunda ise Sadullah her şeyini kaybetmesi, dükkânını bile Yiğit’e kaptırması ve en sonunda elinde Yiğit’e karşı hiçbir şey kalmamasıyla silahını beline takıp kuyumcunun açıldığı gün Yiğit’in karşısına dikildi. Yiğit’in vurulmasıyla da büyük kıyamet koptu.
Kübra ve Yiğit arasındaki durum bıçak sırtı… Dönüp hiçbirine kesin hatlarla “Haklı!” diyemiyorum ben. Yiğit’in intikam yolu başından beri yanlıştı ama şöyle bir şey var ki; Yiğit, bu oyunu oynarken hiçbir zaman Kübra’ya “mutlu aile tablosu” sözü de vermedi. Kübra “Beni babamdan iste,” dediğinde bunu yapmayacağını her seferinde söyledi. Aslında Yiğit, bunu belli ettikçe Kübra da Yiğit’i kendisine bağlamanın farklı yollarını aradı. “Onunla yaşamadığım hiçbir şey kalmasın istiyorum,” sözünün temelinde yatan da buydu. Onunla yaşamadığı hiçbir şey kalmadığı sürece Yiğit, hep yanında olur sandı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu nedenle yaşadıklarından dolayı Kübra’ya tam manasıyla üzülemiyorum. Üzülmek istiyorum ama yapamıyorum. Çünkü Kübra sonunu düşünmeden hareket etti. Kendisi karar verdi, kendisi uyguladı ama sonuçlarını kendisi sırtlanmayı reddetti. Ve ben Kübra’nın çocuğunu aldırmayışına asla kızmıyorum. Bu çok büyük bir karar, cesaret isteyen bir karar. Bir kadın olarak düşününce “Ben de yapmazdım,” diyorum. Ama Kübra, bunu safi annelik içgüdüsüyle yapmadı ve ben ona yine tam manasıyla üzülemedim. Kübra, karnındaki bebeği kendisinin ve gelecekteki hayatının sigortası olarak kullanmaya çalıştı. Tüm olanları, Yiğit’in tüm sözlerini, herkesin uyarısını bir kenara iterek kendi kafasında kurduğu masal dünyasına inanmayı tercih etti. Ama masallar da zaman gibi çok değişti. Kübra’nın kafasında kurduğu keskin hatlar çatlamaya başladı. Sırça köşkler güzeldir ama bir kere çatlamaya başladığı zaman da önünü alamazsın, ellerinde tuz buz bir hayal kalır sadece…
Emir, merhametli bir adam… Ama sadece kendi sınırları çerçevesinde… Kendi ilkeleri ve kuralları var. Etrafındaki olaylar o ilkeler etrafında mı ilerliyor? O zaman sorun yok. Ama bu ilkelerin dışına çıktığı vakit, o da kendisini kaybediyor. Kafasında bir kitap var ve o kitapta herhangi bir durumun karşısında tek bir çözüm yazıyor, başkasına ihtimal dahi yok. Onu çekici kılan da bu. Bence Emir için “Yiğit’in elinde kitap olanı,” diyebiliriz. Tıpkı jenerikteki görüntü gibi. Karşılıklı iki koltuk. Birinde Emir oturuyor, birinde Yiğit. Birinin elinde kitap, birinin elinde silah. Yiğit’in silahından çıkan kurşun, Emir’in ağzından çıkan sözler. İkisi de karşısındaki kişiyi kan revan halde bırakıyor. Yiğit de Emir de aynı yönde ilerliyor ama sadece farklı yöntemlerle. Yolun sonu ikisi için de aynı yere çıkacak.
Yiğit, adım adım intikamını aldı ve güçlendikçe de güçlendi. Sadullah’ın dükkânını elinden alıp “Kılıç Kuyumculuk” tabelasını oraya astığı an ben de Yiğit gibi zevkten geberdim! İntikam gibi intikam! Nihat’ın da Yiğit’i iyiden iyiye korumaya alması şahane. Ödü kopuyor Yiğit’in başına bir şey gelecek ve onu kaybedecek diye (Yoo, Nihat tabii ki Yiğit’e âşık değil). Keşke Kübra bu denkleme hiç girmeseydi.
Derya’nın yaşadıkları… Tacize, baskıya, şiddete karşı susan ve hatta susman zorunda bırakılan kadınların sessiz gözyaşlarının her adım başı var olduğu bir ülkede oturduğum yerden onun haklılığını veya haksızlığını tartışmak istemiyorum. İşte ben bu noktada Emir kadar soğukkanlı da olamıyorum. “Derya adam öldürerek haklıyken haksız duruma düştü,” diyemiyorum. Bu kadar basit bir ithamla kesin bir suçlu, suçsuz sınırı çizemiyorum. Ben çizemiyorum da herhangi biri çizebilir mi? Aslında Sümüklü Papatya bunu çok güzel yazmış: “Güzellik tabağa konup yenmiyor neticede” Derya’nın Mete’ye yaklaşamaması, onun aşkına karşılık vermekten korkmasının temelinde de bu yatıyor bence. Derya için “güvenmek” en zor kavram bundan böyle, özellikle bir erkeğe güvenmek. Belki Mete, Derya’nın yaralarını sarar. Ne dersiniz?
Yiğit ve Sibel… Yiğit için bir şeyleri ardında bırakmak daha kolay ama Sibel için böyle değil. Sibel, çok daha katmanlı düşünüyor. Böyle düşünmek zorunda. Sibel’in babasız büyümüş olması zaten karşısında bir rol model olmaması dolayısıyla bir adım geriye çekiyor onu. Ve tanıdığı erkekler de hayatı boyunca her zaman safi güzelliği için yaklaşmışlar yanına ve kimse Sibel’in kim olduğuyla ilgilenmemiş. Ki Bora da bunlardan biri… Şimdi Yiğit’in kendisine verdiği sözlere tek nefeste inanamaması da çok normal. Tamam, biz Yiğit’in ağzından dinledik Sibel’e olan aşkını. Bu yüzden inanıyoruz ama Sibel, Yiğit’in kendisine bu kadar âşık olduğundan emin değil henüz. Üstelik bir de Kübra’nın her lafında “Yiğit benim bebeğimin babası, ondan uzak dur,” imasıyla karşı karşıya. Yiğit’in bebeğinin alışverişini yapıyor, ultrasonda kalp atışlarını dinliyor. Sibel’in Yiğit’i itebildiği kadar itmesine kızmıyorum o yüzden. Herkes üstüne gelmişken Bora’nın evine yerleşmesine de kızmıyorum, çünkü herkes bir olup kızı delirtmeyi başardı maşallah. Sibel’in o an gidebildiği kadar uzağa gitmek istemesi kadar doğal ne olabilir? O kadar hakaretten sonra ben de olsam ben de basar giderim. Ama işte Yiğit gibi adamların sevdikleri kadının hayatında yer alacak ikinci bir adama asla ve asla tahammülleri olmaz. “Sen benimsin ve benim gözümün önünde olacaksın,” diyerek erkek sinekleri dahi sevdikleri kadının etrafından temizlemeye çalışırlar. Ama Yiğit’ciğim, senin Sibel konusunda alttan alman lazım. Değil mi? Bizce de Sibel sana âşık ama bunun farkında olmasını sağlayacak kişi de yine sensin. Bir de; ben her hareketinde ve her sözünde “Bakın ben çok masum ve çaresizim, çok da yalnızım, beni sevin ve koruyun,” diyen karakterlerden o kadar sıkıldım ki… Bu yüzden Sibel iyidir, iyi.
Bu hikâyenin en çekici kısmı; bir karakter ile ilgili düşüncenizin asla sabit kalmaması. Karakterlerin sürekli kendisini sorgulatması ve önümüze sayfa sayfa serilmeleri. Bundan iki bölüm önce düşündüklerim ile şu an düşündüklerim birbirinden o kadar farklı ki. Şeref Meselesi’nin hikâyesinin yerinde saymamasını seviyorum.
Şeref Meselesi, bir önceki bölümden daha temposuz bir bölümle karşımızdaydı. Sanıyorum ki bunun en büyük sebebi bölümün kemiksiz 140 dakika olması idi. Daha önce de Kurt Seyit ve Şura’da bu uzunlukta bir bölüm yayınlanmıştı. Belki başka örnekleri de vardır, şu an hatırlayamıyorum ama ortalama bir sinema filminden dahi uzun olan bu bölümleri çekmek için gece gündüz çalışan set emekçilerine çok üzülüyorum. Bölümde emeği geçen herkesin emeğine ve gönlüne sağlık! Daha iyi koşullarda çalışabilecekleri sezonlar dilerim.