Demir parmaklıklar eskisi kadar dayanıklı değil. Hapisanedekilerin sinirleri de öyle...
Öksürenler ve ateşi çıkanlar artınca işlerin ciddiye bindiği anlaşıldı. Hershel, konseyi acil bir şekilde topladı, hastalığın yayıldığına herkes ikna olmuştu. Sorun büyüktü ve çözülemiyordu; bu hastalık neydi? Belirtileri nelerdi? Kimler neden hastalanıyordu ve nasıl tedavi edileceklerdi? Kafa yormaları gereken bir sürü soru varken önemli bir husus daha vardı: Sağlam kalan ve hastalanmayan insanları nereye alacaklardı? Çabuk bulunmuş bir çözüm önerisi ile şimdilik içeride düzeni sağladılarsa da dışarıda hayat (!) akıyordu. Hapishane ikinci zombi saldırısının altında kaldı ama beni bu sahneden daha çok etkileyen bir şey oldu.Gerçi dört sezondur artık zombiler de Thriller dansı yapmadıklarından mütevellit “Kafasına vurrr, kafasınaaaa!”dan öteye gidemiyorum ben, onu nankörce belirtmem gerekli. Michonne, zombilerden bile daha çok çekindiği Rick’in biricik evladı minik Judith’i ellerinde tutup ağlamaya başladı. Ustalıkla ve abartılmadan çekilmiş bu sahne, iyi bir habere, geleceğe ve umut dolu günlere özlemdi aslında. Saflık, temizlik, sukunet ve çok daha fazlası Michonne’un göz yaşlarında saklıydı.
Bir an düşünmeden edemedim bu bir Türk dizisi olsa; o çocuğu alıp kaçardı da, Rick’e “Ben bu çocuğun anası da olayım,” derdi, ev kadını olmaya da özenirdi. Bu liste daha uzar gider. Gerçi Rick ve Michonne konusunda kafama takılan bir şey var. Carl, fazlasıyla yakın duruyor biricik amazonumuza. Rick bu durumdan hiç şikayetçi değil ve haline bakılırsa hoşuna da gidiyor. Her an zombi parmaklarından yapılmış bir yüzük ile bu ikisini dünya evine sokabiliriz. Bir de çikolata bebemiz olur. Oh sefamız olsun o zaman! Ve aklıma zaman zaman şu geliyor aslında, Michonne’un hali hazırda bir bebeği/ çocuğu var mıydı? Ondan mı Judith’e bu kadar hassas davrandı bir anda? Kesinlikle daha fazlasını öğrenmek için yanıp tutuşuyor, gelecek bölümleri gözlerimi kısıp kahvemle bekliyorum.
Michonne’un içinde bir sevgi kelebeği mi varmış? Öğrendiğimiz iyi oldu.
Bu zombiler neden kapılarımıza dayandı? Hastalık niye bizi buldu? Nasıl toparlayacağız? gibi sorular soruldu, ilaç aramaya ve mevcut insanları sağlıklı tutmaya çalışmalıyız gibi bildik kararlar alındı. Bu toplantılar bana nedense işe yaramayan apartman yöneticisi seçimleri gibi geliyor. Neden derseniz, o kadar ani ve hızlı şekilde karar değiştirmek zorunda kalıyorlar ki birbirlerine kafa sallayıp, bir nevi akıl verdikleri yerlerde başa dönmüş gibi değil de sanki yeni bir kıta bulmuş gibiler. Oldu olacak hapishaneye bir de Kapıcı Cafer bulun, zombilerle dedikonuzu yapsın. Elinizde Daryl ve Michonne gibi iki tane duygusal açıdan berbat durumda, patlamaya hazır bomba var. Paso kararlar alıp, “Ay nerelere gidelim!” diye dövüneceğinize Rick’i biraz gazlayıp, şu ikiliyi biraz ittirseniz size yeni şehir yaratacak adamlar, haberiniz yok. Tamam bu konuda Ali Ağaoğlu kadar hızlı olamayabilirler ama bir şeyler deneyecekleri kesin. Gerçi Rick’in de üzerine ölü toprağı mı serptiler, antidepresana mı başladı bilmiyorum da bizim komşunun “Ev çok pahalı ama taşınmaya üşeniyorum!” demesine benzer bir demeç verip hapishaneye mıh çakabilir. Tek bildiğim şey şu, diziyi deli gibi seven biri olmama rağmen bu hapishaneye tıkılıp kalma meselesi artık can sıkıcı olmaya başladı.
Yine bölüm sonuna kadar bildiğimiz ve aksiyonuna alışık olduğumuz bir The Walking Dead izledik. Tyreese bölüm sonunda Karen ve David’in yanmış cesetlerini bulana kadar üçüncü bölüme kafamızda deli sorular ile gitmiyorduk. Cesetleri ve dev adam Tyreese’in ifadesini görünce bir değil birden fazla deli soru üçüncü bölüme hakkını devretti.
Kim öldürdü?