Ben sineme sahip çıkamıyorum. Ben akan yaşıma, uçuşan beynime sahip çıkamıyorum. Gidiyorlar benden bağımsız. İznim olmadan hareket ediyor şu an ellerim ve yazıyorum. Fazla içselleştimek derseniz, ben her şeyi, haddinden fazla içselleştiririm zaten. Bu konuda bir bitiş çizgim yok kendime çizebildiğim. Bunu bir eksiklik veya bir fazlalık olarak da hiç görmedim, sadece çok ağladım, ağladıkça kelimeler silindi. “Anlatabilsek birkaç kelimenin kâfi geleceği bir şeyi, anlatamamak ne kadar uzun sürüyor,” diyor bir yazısında Gökhan Özcan. Kelimelerimi bulsam anlatacağım ama tuzlu saydamların ellerinden tutup saklandılar, anlatamıyorum. Dolandırıyorum. İnat bu ya, silip yazacağım onlar saklandıkları yerden çıkana kadar.
Doğru ve yanlış. İki sözcük. Sözlükte, doğru için yanlış olmayan deniyor; yanlış için doğru olmayan. İkisi birbirinin içinden doğan iki kavram, nasıl bu denli etkileyebilir hayatın yönünü? Doğrunun peşinden yanlış çıkıyorsa dilden, nasıl diyebiliriz emincek, ‘Doğru bu!’ Doğru olduğuna körü körüne inandığımız şeyler ya yanlışsa? Ya yanlış olduğunu düşündüklerimiz, doğrunun ta kendisi ise? Ayşegül bir taneciğini orada bırakmaya kendi ayağıyla gitti, doğru olduğuna inandı, ondan gitti. “Belki karnımda bir pişmanlıkla kalacağım,” dedi öyle gitti. Doğru muydu? Doğruydu. Yanlış mıydı? Yanlıştı. Zülfikar, ‘Bir b*k yedim ama hadi hayırlısı!’ derken, Çiğdem’e veda edip, doğru muydu? Doğruydu. Yanlış mıydı? Yanlıştı. Oturup sebeplerini de yazmak isterdim tek tek ama duygu durumum müsait değil şu an. Sadece, her iki şıkkın bir arada onaylandığı bir duruma düşmek, ne zordur insanoğlu/kızı için, diyebilirim onlar için.
“Hepimiz hayal kırıklığına uğrarız. Hayat bu! Zaten onun amacı hayallerimizi kırmak, bizimki hayata direnmek.” ‘Ne kadar, nereye kadar?’ der Leman Sam şarkısında, çok severim o soruyu. Direnmek dediğin, düşle hakikatinin ufukta kesiştiği bir nokta. İstesen de istemesen de hunharca koştuğun. Üstelik bin bir engel önünde. Düştükçe kalkmak nereye kadar? Ne zaman pes edersin hayalinden ya da yaşamından? Pes edebilir misin hayalinden ya da yaşamından? Pes edersen şayet, durur mu dizlerinin yırtılmışlığından akan kan? Ya sen pes ettiğinde ve o kan durduğunda çok geçse, kurtarılamayacak kadar kan kaybetmişsen? Pes etmekle, kan kaybının sonu, aynı yere mi ulaşır? Sanmam, hayat bu, kader. Poyraz’la Ayşegül’ün hayatlarının birleştiği o nokta, şüphesiz, başına geleceklerden habersiz, bir sihir yapmıştı hayatın içine, ütopyalarından. Bilse başına gelecekleri, yine birleşirdi gerçi. Aşık olmayı bilen sıkı adam Poyraz ve dünyanın en güzel Ayşegül’ü. Dünya’nın en sıkı çifti. Onca yumruğa hala bir, hala sevdalı, hala çıkışların peşinde umarsızca koşan iki kişi. Tüm zorba siyahlıklara inat, ‘Sar, al beni sana sar.’ diyebilen bir adam ve bir kadın, gittiği yere kadar. Dipnot: O sahneyi yaptınız hadi tamam, Ağla Sevdam’ı niye koydunuz? Ben o şarkıdan tırım tırım kaçarım, olur da denk gelirsem, ortada hiçbir şey yokken en az bir hafta bunalıma girerim sebepsiz yere. Bölüm bittiğinde kendimi sokaklara atıp ‘NEDEN ALLAH’IM NEDEEEENN!’ diye böğürerek ağlayasım vardı, o kadar diyorum.
“Ben bu hayatta bir kere bir seçim yaptım. Ağzıma s****! İşkence gördüm, dayak yedim. Çok dayak yedim. Şimdi bu benim yaptığım seçimi yanlış mı kılar? ASLA!” Sürekli okuyanlar bilir, Zülfikar’ın yeri herkesten şöyle bir ayrıdır sol köşemde. Bu en başından beri böyleydi, yazmazken de. Kızmıştım ona son birkaç haftadır. -İnsan en çok, çok sevdiğine kızarmış.- Çünkü ona yakışmayan bir ikilemin içinde boğulmuştu. Küsüşmüştük! Ben, dırdırdır beynini yedim, o da susup oturmuştu, konuşmuyordu benimle. Sonra, ağladı. Ağladı ya, ondan bir aktı, benden bin. Akan tek bir yaşı yetti benim ona koşmama. Tıktıkladım kapısını, açtı, hiçbir şey olmamış, hiç küsüşmemişiz gibi geldi yamacıma. Artçı sarsıntılardı, geçti bitti dedik, vardık karara. Dipnot: Ağlatmayın şu adamı, gözünüzü seveyim, ağlatmayın. Benim içlerim kırılıyor o ağladığında. İçselleştirmekte nirvana yaptığım ikinci dizi karakteri Zülfikar’dır bu arada, anlamışsınızdır zaten, neyse.
O son ‘Çok eskiden rastlaşacaktık!’ gelmeyeydi ağlamazdım ben, o geldi ya hep ondan sonra yağdı yağmurlar. Yoksa tey tey tey-hobaateytey diye koridor boyu dans edecektim, ZülMel oldu diye. Meltem karışık biri. Basit karışıklıklardan ama. Hayatı hep zor geçmiş ya köşe kıyısında, her şey zor olmalı gibi geliyor ona, kendi kendine mutluluğu çıkmazlara sokması o sebepten. Kızamam, Zülfikar’ın canı, benim canımdır. Her aşk sınanır, her aşk çıkmazlara girer. Çıkmazlarda sınanıyorlar diye, geri dönüp ana yola çıkmayı akıl edemeyecek karakterler değil bunlar. Ben paletimde gökkuşağı renklerim, gökkuşağının bittiği yerde bekliyorum sizi ZülMel’im, bulmak için kalplerinize bakmanız yeterli.
Uzatmak istemiyorum bu hafta. Cıcığına kadar yazmaya cesaretim yok, detaylar daha da parçalara bölecek beni çünkü. Sadece bir şey daha söyleyeceğim. Oyunculuklar zaten muhteşem, söyler dururum. Çağrı Vila Lostuvalı, benim sarıp sakladığım. Suskunlar’ı yeniden izlemeye başlamak gibi bir hamle de bulundum, bu çiçek kadının bakışından çıkanlar öyle belli, öyle güzel ki! (Suskunlar’ın ikinci yönetmenidir, bilmeyenler için.) Boşluğa değil yani o sarıp saklama lafı. Ve fakat bence özel bir parantezi Ethem Özışık dibine kadar hak ediyor. Karşıma geçip “O tren garında süpürgeli amcaya laf yetiştircem diye Turgut’u elinden kaçırdı, nasıl bir saçmalıktı o!” diyen her insan evladı (Bu da Suskunlar’dan geldi kondu dilime, Takoz İrfan çok kullanır.) otursun bu bölümü izlesin. Çok meraklıyız açık aramaya da, hak verip alkışlamaya gelince herkes sus pus nedense. (Yazarın buradaki atarı kendi çevresine, yanlış anlaşılmasın.) Yedirtmem ben kimseye Reis’i.
“Elimizde çay, tepside bir kilo çekirdek yayıla yayıla oturup televizyon izlerken, evin salonuna pat diye bu cümlenin düşme lüksünü her zaman yaşayamayız.” der Ekranella’dan Zeynep Gönenli. O, ‘Çok eskiden rastlaşacaktık!’ için der bunu, ben o işkence sahneleri için diyorum. Böyle sahnelerin evin salonuna pat diye düşmesi her zaman olacak şey değildir. İşkence sahnesine bayıldığımdan değil tabi ancak çok dozunda bir sahneydi o, hem heyecanlandıran hem bunu olabilecek en normal seviyeye indirgemiş olan. Bu devirde, 150 dakika süregelen bir işte, bunu hissettirmek, olsa olsa bizim Reis’in işi olurdu zaten. Birinci bölümden bugüne kadar gelmiş, sıkı bir Poyraz Karayel’ci olarak ben kendimi -biraz kaba bir tabir olabilir- köfteler, pattisler, niye bu benzetmenin içinde yer aldığını 23 senelik ömrümde asla anlamasam da, gariban fasulyeler gibi nimetten sayıyorum arkadaş. Yoo hayır, ego gibi değil, değer veriliyormuş hissiyatımın fazlalığından. İzleyiciye değer veriliyor. En başta kendilerine, sonra yaptıkları işe, sonra da izleyicisine değer veriyor bu insanlar. Ben bir kez daha gurur duydum ilk günden bu yana Poyraz Karayel’ci olmaktan. Ne mutlu ki varsınız, iyi ki varsınız! En başta Ethem Reis, sonra emeği dokunan tüm herkes, hepinizin yollarına kuşlar konsun e mi?
Dibindibinot: Pamuk’u bulun artık yoksa kız öl- öhömm şey pardon, haftaya ş’aapmam, ne yapmam? İzlemem desem, hiç inandırıcı olmam, yazmam desem, kim n’apsın ayol benim yazıyı. Buldum! Tag’e katılmam. Aiyy o da olmadı ya, dünya sıralamasında ikinci oldu bu hafta tag, benim iki üç tivikime kalmadılar ya. Ben bulamadım şimdi gece gece bir şey ama siz bulun Pamuk’u lütfen, bakın ailecek çok üzülüyoruz Taşkafa Bey’e.