Aşk kana en çabuk karışan zehir, panzehiri ise kavuşmak. Seyit ve Şura daha aşklarının masalsı dünyasına attıkları ilk adımda üçüncü kişilerin ucuz oyunları ile sınanmak zorunda kaldılar. Neyse ki içine düştükleri bu çetrefilden tez vakitte kurtuldular ve aşklarının pembe panjurlu köşkünde birbirlerinin oldular. Seyit, bir yandan Şura’yı incitmekten ölesiye korkarken diğer yandan da dinmek bilmeyen bir susuzlukla onu istiyordu. Şura ise karşısındaki adamın onu asla incitmeyeceğine, kendisini sevdiğine, gerçekten sevdiğine öylesine inanmıştı ki oracıkta Seyit’in kollarına bıraktı kendisini… O an ne savaş vardı akıllarında, ne cephe, ne de ayrılık. Tek düşündükleri şey yıllardır gözlerinde biriktirdikleri aşkı birbirlerine sunmak, aşka doymaktı. Fakat zaman onların durmasını istediği yerde durmuyordu, kapıldıkları aşk seli ile akıllarından uçup giden gerçekler o tren garında yine yakalarına yapışmıştı. Seyit belki de dönüşü olmayan bir yola girecekti, Şura için ise sabır sınavı başlayacaktı. Hem Seyit’in özlemine sabredecekti, hem de çevresindeki zehirli gözlere…
Şura’nın ürkek cesaretini ve sadakati ne güzel anlatıldı bizlere bu bölüm. Yüreğindeki kelebeklerle beraber kanat çırpmasıyla, Seyit’e yazdığı aşk ve anlayış dolu mektupları, o umut ve aşk dolu gelecek hayalleriyle ne kadar çocuk. Seyit’e olan sonsuz sadakatiyle, Barones’in ve Tina’nın karşısında sonuna kadar inandığı aşkını savunmasıyla, yeri geldiği zaman karşısında duran insanlara verdiği cevaplar ile ne kadar olgun bir kadın. Her zerresinde başka bir kadın var, her bakışıyla bambaşka duygular yaşatıyor. Kendisini bize ifade ettikçe, bize daha fazla açıldıkça mükemmel bir karakter olacak Şura.
Ben hikâyenin romantik ve hayalperest karakterinin Şura olacağını düşünmüştüm hep ama Seyit’in rüyalarındaki dünya ile tanıştığımızda romantizmi en az Şura kadar doruklarda yaşadığını ve en az Şura kadar büyüleyici, masalsı bir bilinçaltına sahip olduğunu gördük. Tabii ki bunların hepsi Şura’nın mucizesi. Seyit, tüm hayatını Barones gibi gözlerinden zehir saçan kadınlarla geçirdikten sonra Şura’nın gözlerindeki utangaçlık ve masumiyet nasıl romantizmin doruklarına çıkarmasın O’nu?
Ben hikâyenin romantik ve hayalperest karakterinin Şura olacağını düşünmüştüm hep ama Seyit’in rüyalarındaki dünya ile tanıştığımızda romantizmi en az Şura kadar doruklarda yaşadığını ve en az Şura kadar büyüleyici, masalsı bir bilinçaltına sahip olduğunu gördük. Tabii ki bunların hepsi Şura’nın mucizesi. Seyit, tüm hayatını Barones gibi gözlerinden zehir saçan kadınlarla geçirdikten sonra Şura’nın gözlerindeki utangaçlık ve masumiyet nasıl romantizmin doruklarına çıkarmasın O’nu?
Aşkın yanında hikâyenin tarihi dokusu da yavaş yavaş işlenmeye başladı. Bildiğimiz üzere hikâyenin zaman aralığı Çarlık Rusyası’nın son dönemlerine ve “Ekim Devrimi”ne tekabül ediyor. Tabii ki bu Çar’ın yakınındaki kişiler –Çar’ın değerli subayı olan Seyit ve Celil de buna dahil- ve şehirde zengin “asiller” için büyük bir tehlike arz ediyor. Bu noktada hikayenin tarihi kısmını da ilgi ile bekleyenler için ufak bir şey belirtmek istiyorum; Ekim Devrimi’nin –bir diğer adıyla Bolşevik Devrimi’nin- yansıtılışı sizlere “tek taraflı” gelebilir ama unutmamak lazım ki biz hikayeyi Seyit ve Şura’nın gözünden izliyoruz. Daha ziyade onların acılarına ve bakış açılarına hakim olacağız. Ekim Devrimi’nin hikaye üzerindeki etkisine geldiğimizde ise Petro’nun bir yandan isyancılara silah ve para yardımı yaparken diğer yandan Çar’a yakın duruşuna şahit oluyoruz. Tabii ki bunları bir iyilik meleği olduğu için değil, herhangi bir tarafın alacağı muhtemel bir zaferde ortada kalmamak adına yapıyor. Bir nevi kendisini sağlama alıyor, oturduğu camdan tahtta kendini çok güvende zannediyor fakat ne zaman çatırdayacağı bilinmez.
Aslında Petro’ya çok şaşırmıştım, Şura ile olan sahnesinde. Tamamen doğruyu anlatmamakla birlikte yalan da söylemedi, doğruyu eksik anlattı sadece. İstese şayet Seyit’i çok rahat dibe çekebilirdi Şura’nın gözünde ama yapmadı. Petro çok daha derinden ve çok daha sessiz geliyor, çok daha akıllıca hamlelerle geliyor ve bu hamleleri Şura’yı Seyit’in elinden almak için değil, Seyit’in elinden hayatını almak için yapacak.
Aslında Petro’ya çok şaşırmıştım, Şura ile olan sahnesinde. Tamamen doğruyu anlatmamakla birlikte yalan da söylemedi, doğruyu eksik anlattı sadece. İstese şayet Seyit’i çok rahat dibe çekebilirdi Şura’nın gözünde ama yapmadı. Petro çok daha derinden ve çok daha sessiz geliyor, çok daha akıllıca hamlelerle geliyor ve bu hamleleri Şura’yı Seyit’in elinden almak için değil, Seyit’in elinden hayatını almak için yapacak.
Tatya ve Celil cephesindeki aşk da naif, tutkulu ve bir o kadar da güzel ilerliyor. Şura’yı kolundan tutup Seyit’in yanına götüren, O’na Seyit’i anlatan Tatya’yı zaten çok sevmiştim. Celil’e olan aşkı da en az Şura’nın Seyit’e duyduğu aşk kadar masum ve sadakatle bezenmiş. Ve Tatya’nın da ne kadar cesur bir kadın olduğunu gördük, ileride Celil için göstereceği fedakârlıkları düşündükçe daha bir sevesim geliyor.
Cephe sahneleri beklediğimin üzerindeydi, keyifli çekilmiş sahnelerdi fakat Seyit ve Şura aşkının fonu olarak kalmıştılar. Bir parça daha izin verilebilirdi savaş atmosferinin içine girmemize. Fakat bunun dışında Çorap ve Seyit’in vedasını çok farklı hayal etmeme rağmen bu halini de sevdim. İlk iki bölümde hızla işlenen aşk, şimdi büyük bir hasret ile sınanacak. Mutlu aşıklardan ziyade, kavuşma hasreti çeken aşıklar her zaman daha fazla dikkatimi çekmiştir. Bir parça imkansızlık hem seyirciyi hem de hikayeyi ayakta tutar kanısındayım. Seyit’in geçirdiği kaza ve Şura’nın Seyit’in ölüm haberini alması, aynı zamanda Rusya’daki Bolşevik ayaklanmasının etkisiyle Şura ve Seyit’in aşkı bambaşka bir viraja girecek. Sanıyorum ki; bundan sonraki bölümlerde Seyit’in Şura’yı aramasına, Şura’nın Seyit hasretine şahit olacağız ve aşk hikâyesi –en azından benim açımdan- daha çekici bir hal alacak.