Arrow, üçüncü sezonun yedinci bölümü ile karşımızdaydı. Carrie’nin –namı diğer Cupid- geçen haftaki girişinden sonra bir hayli gerilimli bir bölüm bekliyordum ama duygusal bir bölüm oldu aslında. Ben böyle bölümleri çok seviyorum. Karakterlerin kendi içlerinde yaşadıkları çelişkiler, onların duygusal ve hassas taraflarını görmek çok keyif verici. Bu sebepledir ki bu haftaki bölüme de bayıldım!
Malumunuz, geçtiğimiz haftayı Cupid’in sahneye çıktığı an ile bırakmıştık ve onunla tanışacağımız anı bekliyorduk. Carrie, tüm hayallerimi ve umutlarımı yerle bir etti. Ben nereden bileyim kendisinin takıntılı bir psikopat olduğunu? Carrie, Mirakuru Ordusu’nun şehre saldırdığı günlerde, yani altı ay öncesinde Arrow’un kurtardığı insanlardan biriymiş. Fakat psikolojik rahatsızlığının da dürtüsüyle bunu içinde büyüterek, kocaman bir takıntı haline getirmiş. Arrow, onun hayatı olmuş ve onun da kendisine deli divane âşık olduğuna inanmış. Bu psikopatlığını hayata geçirmesi de çok uzun sürmemiş zaten ve kendisinden bir “Pink Arrow” (Bu adı da ben taktım, beğendiniz mi?) yaratmış. Tabii ki bir insanın sevdiği kişiye ilgisini göstermesinin çeşitli yolları var, Carrie’ninki de hediyeler yollamak ve küçük sürprizler hazırlamak olmuş. Şimdi Carrie’ye de hak vermek lazım, herkesin sürpriz anlayışı aynı değil. O biraz kanlı seviyor. Arrow’un düşmanlarını öldürerek, ona hediyelerin en güzelini verdiğini düşünen Carrie’nin Oliver’ın dikkatini çekmesi çok da uzun sürmedi elbet. Isaac’i öldürüp Arrow kostümü giydiren Carrie, Oliver’ın alıcılarını açmıştı bile. Onun olay mahalline geleceğine adı gibi emindi. Nitekim düşündüğü de oldu. Oliver olay mahalline geldi, Carrie’nin Isaac’e sapladığı oku aldı ve hatta içindeki küçük notu da buldu. Bundan sonrası Carrie önde, Oliver arkada bir kovalamacaydı. İkisinin yüzleşmeleri de kendilerine yaraşır oldu. Carrie, Oliver’ı garlara kelepçeledi ve “Ya benimsin ya kara toprağın!” diyerek kendisini de gelen trenin önüne attı. Neyse ki Oliver, kelepçe gibi basit şeylerle tutulacak bir insan değil de hem kendisini hem de Carrie’yi kurtardı. Kendisini kurtarmakla iyi etti de, Carrie’yi kurtarıp üstüne bir de Waller’ın yanına yollamakla iyi mi etti bilemiyorum. Bence başına olası bir belayı kendi elleriyle açtı.
Hong Kong’da ise Katan ve Oliver arasındaki güven sorunu aşılıyordu. Toshi’nin bir göreve gitmesi ve geri dönmemesi Katana’yı doğal olarak endişelendirmişti ve peşine düşmeye karar vermişti. Oliver elbette ki onu yalnız bırakmayacaktı. Katana ve Oliver’ın paylaştıkları ilk özel andı bu ve elbette ki onların doğasına uygun bir şekilde fazlaca kanlıydı. Bu ikisi için de çok iyi oldu. Katana, Oliver’ı daha yakından tanıdı ve ona karşı ördüğü önyargı duvarını yıkmaya başladı. Sırlarını ve endişelerini anlattı ki Oliver’la yan yana bile gelmek istemeyen Katana için bu çok büyük bir adım. Neyse ki bu maceranın sonunda Toshi’nin sağ salim evde kendilerini beklemekte olduğunu gördüler ve Katana’nın Oliver’a minnet dolu bakışlarıyla duvar tamamen yıkılmış oldu. Şimdi bu üçlüyle birlikte her şey daha heyecan verici olacak!
Oliver, başkalarına yetişmeye çalışırken kendisine geç kalıyor. Her zaman… Felicity ile ilişkilerinde de bunun kurbanı oldu işte. Felicity’i kıskandığı ve hatta kıskançlıktan çıldırdığı malumunuz. Felicity’nin Ray’in yanında fazladan geçirdiği her dakika Oliver’ı çileden çıkarıyor. Ama inat bu ya, o kahraman olmayı seçti ya, o hayatına kimseyi alamaz ya… Sustukça sustu, konuştuğunda da ağzından “Ben seçimimi yaptım,” cümlesinden başka bir şey çıkmadı ve bu da Felicity’i kendisinden daha da uzaklaştırdı. Felicity, her zaman Oliver’a karşı açık oldu. Evet, şartları eşit değil ve Oliver’ın hem ruhsal hem de fiziksel olarak boğuştuğu şeyler kolay yenilir yutulur cinsten değil. Fakat yine de Felicity’e karşı bu kadar kör olmayabilirdi, değil mi? Keçi inadı var bu adamda. Kim ne derse desin, kafasında kurduğu taslaktan vazgeçmiyor. Kesin sınırlar çizmezse zarar görecek ve birilerinin zarar görmesine sebep olacak sanıyor. Oliver’a azıcık kader kısmet anlatayım ben, göndersenize bana. Belki böyle ikna ederiz. Ve Oliver’ın en büyük yanılgısı, Felicity’i her zaman bıraktığı noktada bulacağını düşünmesi. Zaman akıyor. Alınması gereken kararlar, seçilmesi gereken yollar var. Yani kimse aynı noktada durup bir başkasının kendisi hakkında karar almasını beklemez, beklememeli de. Felicity de hayattan daha fazlasını istediğine karar verdiği o gün Oliver’a tekrar sordu, “Burada ölmeyi mi seçeceksin?” dedi. Yine Oliver’dan duymak istediği şeyi duyamadı, görmek istediği cesareti göremedi ve o da kendi hayatına yön vermeye karar verdi. Bu doğrultuda da Ray’in kendisine sunduğu süperella teklifi değerlendirdi. Yine Ray’in kendisine olan ilgili açıktı ve takdir edersiniz ki pek kayıtsız kalınacak bir adam da değil. Buna rağmen aralarında somut hiçbir şey başlamadı. Lakin Oliver’ın zamanlama hatası yine ikisini karşı cephelere savurdu. Olmaz böyle balım, olmaz. Oliver ne hissettiğini kestirene kadar kaçan kaçıncı tren bu? Hep uzaktan yol alışını izlemek Oliver’ın canını hiç mi sıkmıyor? Biraz da kendisinin kahramanı olması gerekiyor. Yoksa Felicity önde, o arkada koşturarak ömür tüketecekler.
Tüm bunlar olurken Thea, kulübü hale yola koymaya çalışıyordu. Ve bu yolda karşısına beybi feys bir DJ çıkıverdi. İzleyenler kendisini The Carrie Diaries’ten hatırlayacaklardır. Austin Buttler’ın (Evrene o saçların kesilmesi için mesaj yollamaya başladım bile) canlandırdığı Chase, özgüven patlaması yaşayan bir kardeşimiz. Tabii ki her kadın gibi Thea’nın da bu kibir ve ukalalıkla harmanlanmış özgüvenden çabucak etkileniverdi. Ve hatta hızlandırılmış programda bir öpücük bile aldık. Lakin ben Roy’a çok üzülüyorum. Mirakuru etkisinde olduğu dönemlerde yaptığı şeyler onu yeterince üzüyor, bir de Thea’nın yeni aşklara yelken açtığını görünce iyiden iyiye dağılacaktır. Neyse ki yanında Oliver var, şu an bizim de tek içimizi rahatlatan şey bu sanırım.
Ray’i Atom kostümüne bakarken görünce hepimiz heyecanlanmışızdır herhalde. Ama bu işin iç yüzünü anlayamadım. Ray’in gözlerinde ikinci kez gördüğüm o karanlık ise beni ürkütmeye yetti. Bölüm sonunda ise yeni bir sürpriz bizleri bekliyordu. Anlaşılan hayli kalabalık bir sezon yaşayacağız zira her hafta bir başka sima ile tanışıyoruz. Bu abimizin de kim olduğunu bize açıklayacaklardır zira kendisini tanımıyor ve hakkında bir şey bilmiyorum. Bekleyelim ve görelim bakalım.
Tüm bunların dışında ben Malcolm’u özledim. Bu hafta Laurel yokmuş, söylenmese anlamayacak kadar hissetmedim eksikliğini. Ey senarist, Laurel’dan al Malcolm’a ver.