Bu sırada iki kardeş arasındaki rekabette Meziyet, Eşref için pek fena bir anne rolünü üstlenmiş durumda ve kaybetmeye baştan mahkum. En koyusundan “ben onun yaralarını iyileştiririm” mottolu milli marşı söylemek bile Meziyet’e ‘light’ geliyor. “Onu yediririiiim, içiririiim, çorbasına ekmek doğrarıııım, karnıyarığı ağzına veriririiim,” pek sağlıklı bir nokta değil ama sağlık kimin umrunda mavi yemenisi ona çok yakışıyor.
Meziyet tuz ruhuna yatırır maazallah.
Refakat etmek için iki kardeşin marangozhaneyi geçip Eşref’in odasına girişindeki farklıklık ise muazzam. Meziyet odanın içindekilerden çok düzeniyle ilgili. “Kadın elinin” etkisine ölümüne inanıyor. Kitap, tozu alınacak bir eşya, duvardaki oymalı tahtalar da öyle. Suna gibi elini kitap sırtlarında gezdirmeyi öğrenmemiş. Tahtadan yapılmış yel değirmenine bakıp Suna’nın muhtemelen soracağı “Bunu ne zaman yaptın?” gibi Eşref’in iç dünyasına girişe yardımcı merakları yok. Eşref’in odasındaki her şeyin geçmişini öğrenmeye ve kabullenmeye hazır, tüm kağıt parçalarına karşı bitmez bir merak ve hayranlık besleyecek olan Suna’nın yanında Meziyet her şeyi çamaşır suyuyla çitileyip derdest edecekmiş gibi duruyor. Eşref’in endişeli bakışlarını o zaman anlıyoruz. Ama Meziyet’e de kıyamıyoruz.
Hal böyleyken, yani tüm düzeni elinden kayıp giderken ve yıllardır yarı açık yarı kapalı duygular beslediği adam bakışlarını ezeli rakibine çevirmişken elbette Meziyet de evine, odasına, dikiş makinasına ve yatağına pençelerini geçirecek, yere yığılan çarşaflarının üzerine dizilen her kitap onda evine atılmış bomba etkisi yaratacaktı. Çünkü ev dediğiniz (aileyle karıştırmayalım) tüm dünyanın hırpalamalarına karşı kendinizi iyileştirdiğiniz yerdir. Çalışmayan makinanın, ayağı kırık sehpanın, sırları çatlamış aynanın olduğu yerde sizi kimsenin rahatsız etmeyeceği, eleştirmeyeceği, iğnelemeyeceğinin getirdiği rahatlık vardır. Oysa şimdi elinizde, uyanıp makyaj yapmadığında bile güzel olan bir kardeşiniz ve sabah serinliğinde pencere kenarından Eşref’e attığı hülyalı bakışlar var. Kenarları kırık çorba kasenizi bu duruma tercih edersiniz değil mi?
Bir doyurup da geleyim aslanımı.
Öte yandan Gülümser -Halil aşkının son demlerini yaşıyor olabiliriz. Her şey bu kadar nasıl kolay ve hızlı çözüldü anlamadık ama Halil’den hala başka bir şehre gidip sıfırdan başlama hayalleri duyuyoruz. Ardından Gülümser yeterince gözyaşı döktükten sonra tekrar sarılma, öpüşme, kaçamak buluşmalar. Burada durum daha fena ve mesele sadece kardeşinizin kalbini bir aşk meselesi yüzünden yıllar önce kırmanız değil. Evlilik, hapishanede namus yüzünden birini öldürmüş koca, çok tehlikeli döneminde bir erkek çocuğu, içine kapalı bir mahalle ve en nihayetinde bir yasak aşk var. Evde telefonlar çaldıkça, oğlunuz hapishaneyi daha sık ziyaret etmek isteğini tekrarladıkça, eski fotoğraflar hiçbir şey değişmemiş gibi yüzünüze baktıkça ve “yenge” diyen arkadaşlar etrafınızda sizi gözetleyen iki göz haline dönmüşken elbette Halil’in deniz kıyısındaki kulübeden bozma evi, size eviniz gibi gelecektir.
Arzularımızı kamçılayan o yasaklar her ne ise gördük ki; dört bir yandan evliliğinizin derdine düşmüş erkekleri arkanızda bıraktırır, eski yaşamınızdaki zenginlikten sonra tüm sefaletinize rağmen Gültepe’nin penceresinden bir mahalle kabadayısına baktırımış.
Haftanın gevreği: Takoz’un kardeşini kaybettikten sonra annesini öldürmesi dramın geldiği son noktaydı. Biz biraz hafifletin, Nurten-Gülten kardeşleri, güvercinleri, Seyfi’nin tebessümünü koyun dedikçe daha da ağırlaşmaya başlıyor dizi. Fevzi’nin gözyaşı bitti, Seyfi’nin yüz kasları katılaştı. Mete Horozoğlu ise gerçek hayatta da yavaş çekim yürümeye başlamış olabilir.
Haftanın çiğdemi: Her ayrınıtısıyla bir hikaye sunan, Eşref’in başka hangi kitapları varmış, Meziyet’in buzdolabında ne varmış, Suna nasıl sabahlık giymiş diye merak ettiren sanat yönetimi.